top of page

Hattat Hasan Çelebi ile Röportaj

  • Yazarın fotoğrafı: Zennur Calik
    Zennur Calik
  • 5 Nis 2024
  • 5 dakikada okunur

Hafız Hattat Hasan Çelebi... 

Savaş sonrasında, cumhuriyetin ilk yıllarında Erzurum'da maddi manevi zorluklarla büyümüş; çobanlık yaparken bir yandan da kendi gayretiyle okumayı öğrenmiş, sonrasında da hafız olmaya niyetlenmiştir. 1954 yılında İstanbul'a gelmesiyle, hayattaki en güzel muhabbeti beslediği kalemle ve kâğıtla buluşarak bu güzel diyârdaki meşk yolculuğuna başlar. Bireysel olarak yurt içi ve yurt dışında açtığı birçok sergi dışında Mescid-i Nebi'nin yazılarının tamiri için Medine'de çalışmak üzere görevlendirilir. Sultanahmet Camii'nin restore edilen kubbe yazıları da önemli çalışmaları arasındadır.

Sefer Sohbetleri’nin bu sayıdaki konuğu Hafız Hattat Hasan Çelebi Hocamız oldu.


Selamlar Hocam, iyisinizdir inşallah. Hocam, 1937 yılında Erzurum’un İnci köyünde sefer yolculuğunuza başlıyorsunuz. Yeni kurulan bir cumhuriyet, savaş yaraları, fakru zaruret, ikinci dünya harbi… Tüm bu zorluklar içerisinde köyünüzdeki hocanın getirdiği gazete parçalarından kendi başınıza okumayı öğreniyorsunuz. Köyde düzenlenen Hafızlık Cemiyeti’nden etkileniyorsunuz ve ilmî yolculuğunuz başlıyor. O dönemleri sizden dinleyebilir miyiz?


Çocukluk yıllarımda kalem ve kâğıda karşı tabii olarak aşırı derecede bir muhabbetim vardı. 1946’da köyümüzün gençleri Hafızlık Cemiyeti düzenledi. Bu cemiyeti de birinci aya denk getirdiler. Çünkü o dönemde Kur’an okumak yasaktı. Kar çok yağıyor, yollar kapanıyor, kazadan kimse gelip kontrol edemez diyerek ocak ayında Hafızlık Cemiyeti’ni düzenlediler. İşte o cemiyet beni etkiledi, o günden itibaren de bu yolculuğa adım attım. Hafızlığa başladıktan sonra on altı sayfayı ezberledim hafız olmama dört sayfa kala maddi sebepler nedeniyle iki sene kadar eğitimime ara verdim. O esnada da yan evimizdeki hocaya hafızlık eğitimi için komşu köyden birini getirdiler. Gelen o kişi de felçli, lisânı da tam dönmüyor. Geceleri okuyor, gündüzleri okuyor. ‘O bu hâliyle, kalan on sayfasını bitirmek istiyor, ben niye dört sayfayı bitiremiyorum’ diye düşündüm ve elhamdülillah tekrar başlayıp kalan sayfaları da hıfz ettim. Bu olaydan sonra da İstanbul’a gelme hevesi tuttu. Acaba tek başıma nasıl giderim diye hesap yapmaya başladım. O dönemde de maddi imkânlar yok denecek kadar az. Bir gün dayımın oğlu askerden bize izine geldi ve bana gel seni İstanbul’a götüreyim dedi. O böyle deyince ben daha çok heveslendim. Babam olmaz da demiyor, olur da demiyor. Elinde, avucunda para yok. Neyse, bir yerlerden bulup buluşturup iki yüz elli lira buldu, bu parayla üç gecelik bir tren yolculuğunun sonunda İstanbul’a geldim. Bu sefer de burada kalacak bir yer bulmam lazımdı. Bir hemşehrim Üçbaş Medresesi’nde okuyordu, onun vesilesiyle oraya zar zor kabul ettiler. Orada altı ay kadar kaldım fakat eski bir medreseydi, rutubetliydi. Bu sebeple orada kalırken zatürre başlangıcı zuhur etti, doktor orada kalmamalısın dedi. Ardından da dayımın oğlunun kaldığı Çinili Camii Medresesi’nde kaldım. O zamanda da müftülükte imamlık imtihanı açılmıştı, girdim. Ardından sonucu beklemeden askere gittim. Askerliğim de Beykoz’a çıkmıştı. Çarşı izninde Üsküdar’a gelip sınav sonucuma baktım ki imtihanı kazanmışım. Durumu müftülüğe anlattım ve Doğancılar’daki Nasuhi Mehmet Efendi Camii’nde imamlığa başladım. Askere gitmeden önce evlenmiştim. Askerlik bitince eşimi alıp İstanbul’a getirmek üzere memlekete gittim. Fakat 60 darbesi oldu, İstanbul’a dönemedim. Memleketime yakın olan Artvin Yusufeli’nde müezzinlik yaptım. Üç sene orada, ki hanımım da zaten oralıydı, hiç olmazsa hanıma hizmetimi yapmış oldum. Sonrasında tekrar İstanbul’a döndüm, önce Mihrimah Camii’nde sonra Sultantepe’de müezzinlik yaptım.


Hat sanatındaki yolculuğunuza gelmek istiyoruz. Sultantepe’de müezzinken Yusuf Efendi vasıtasıyla Hattat Hamit Aytaç ile tanışıyorsunuz. Yoğunluk nedeniyle sizi öğrencisi Halim Bey’e yönlendiriyor. Nasıl yorumluyorsunuz bu yolculuğu?


O zamana kadar içimde derin muhabbet duyduğum kalem ve kâğıt aşkına bir türlü kavuşamamıştım, kimse elimden tutmadı, bilemiyordum ne yapacağımı. Çinili Camii’nde müezzinken Arapça derslerine gidiyordum, derslere giderken bir taşçıya rastladım. Eski yazıları görüp ilgiyle bakınca mezar taşı yaptıracağımı zannetti. Ben de hâlimi arz ettim, ‘Yazı yazmak istiyorum, bunları kimler yapıyor, beni tanıştırabilir misin?’ deyince ‘Onlar şu zamanlarda geliyor, sen de gel tanıştırırım’ dedi. Önce Hamit Bey’le tanıştırdı fakat Hamit Bey, meşgul olduğunu talebe alamayacağını söyledi; Halim Hoca’ya yönlendirdi. Ben de dört ay Halim Bey’den ders aldım. Sonrasında o bir trafik kazasında vefat etti. Allah rahmet eylesin. Sonrasında dostum Ömer Nasuhi Efendi’nin oğlu beni cesaretlendirdi, Hamit Bey’e tekrar yönlendirdi. Durumumu kendisine anlatınca düşündü ve ‘Bizim yolumuz Halim’in yolu.’ diyerek beni talebeliğe kabul etti. 1964 yılının kasım ayından bu yana hâlâ bu sanatla meşgulüm elhamdülillah.

Sizce İslam’ın sanata ve estetiğe bakış açısı nasıldır? Bu bağlamda sanatın gâyesi nedir?

Rabbimiz, varlığı en güzel şekilde yaratmış ve “ …Yaptığınız işi güzel yapın; Allah işini güzel yapanları sever.” ayetiyle insana işini en iyi şekilde yapmasını emretmiştir. Tabii ki bir şeyi düzgün yapabilmek, bir sanat ister. Çok şükür ki ecdadımız da bu kıymetli sanatı Kur’an hizmetiyle birleştirmişler, bizler de bu yolda gitmeye gayret ediyoruz. Sanat anlayışına gelince… İnsanı ibadetten, tefekkürden, Allah’tan uzaklaştıran bir sanat, ne derece sanat olur? Bilmiyorum. Bu konuda bugünkü Avrupa’nın sanatları da tartışılabilir. O zaman denilecek ki onlar Avrupalı, onlar Hristiyan’dır. Hayır, Allah’ın yarattığı aklın vazifesi Allah’ı bulmaktır, Allah’a karşı vazifesini yapmaktır. Yani insan, ben bilmiyorum, ben mesul değilim diyemez. Hâsılı sanat, Allah’ın güzelliklerini hatırlatmalıdır. Çok şükür ki bizlerin bugün yaptığı iş, İslami bir hizmettir. Benim maksadım, Kur’an’ın güzelliklerini görmeye vesile olan bu sanatın dünyada bakî kalması, nesilden nesile aktarılmasıdır. Ben böyle dua ediyorum, bunun için de sizlerden dua bekliyorum.


İnşaAllah. Peki Hocam, bu bağlamda gerçekleşen bir sanat eğitiminde, hoca talebe ilişkisi nasıl olmalıdır?


Hoca talebe ilişkisi, Adem Aleyhisselam’dan beri vardır. Bu bağı tarif etmek zor. Bu zincirin son halkası ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir. En kıymetli hoca Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onun etrafındaki sahabe ise en güzel talebelerdir. Yalnız o günki talebeler ile bugünkü talebeler arasında çok fark var. Mesela Peygamber Efendimiz (s.a.v.) içkiyi yasaklayan ayeti sahabelere açıkladığında, tüm sahabe evlerindeki içki fıçılarını çöpe atmıştı. Fakat şimdi öyle mi, hoca bir şey söylediğinde talebe bin tane soru soruyor. Tabii anlaşılmayan noktaların müzakeresi yapılabilir o başka. Demek istediğim; talebelerin hocaya itimat etmesi şart. Hoca da talebeye karşı o itimadı vermeli ki sözü dinlensin.


Hasan Hocam, bu hayat yolculuğunda yolumuzu kaybetmemek adına yolun başında olan biz gençlere neler söylemek istersiniz?


Gençlere başımdan geçen bir olayı anlatmak isterim. Gençler de bu misâlden neler yapabileceklerine dair bir ders çıkarsın.

Sene 1994, bir akşam birisi telefon etti bana. Bozuk bir Arapçayla yanıma gelip benimle görüşmek istedi. Evime davet ettim, evimi tarif ettim. Ertesi gün geldi. Kendisi daha çok genç. İsmini sordum, ben Vladimir dedi. ‘İstanbul’da bir buçuk ay kalacağım, izniniz olursa sizden hattı öğreneceğim. Ondan sonra da Şam’a gideceğim Arapçayı öğreneceğim.’ dedi. Peki dedim, ona dersini yazdım. Ertesi gün dersini getirdi. Dersi incelediğim zaman ‘Yavrum benim yazdığım dersi bana niye getirdin, utanmıyor musun?’ demeye hazırlanıyordum ki baktım o kâğıt benim yazdığım kâğıt değil. Benim yazımın aynısını hatta yanlışını dahi bire bir yazabilmiş. 18 günde rikayı bitirdi satıra geçti. ‘Ben gidiyorum.’ diyerek benden izin istedi. Ona kim olduğunu, amaçlarını sordum. Öğrendim ki Romanyalıymış, Almanya’da liseye başlamış, sokakta Almancayı öğrenmiş; cemiyetlerden de biraz Arapçayı öğrenmiş, İngilizce kurslarından da İngilizceyi öğrenmiş. Bundan sonra da Arapçayı tamamen öğrenmek için Şam’a gideceğini söyledi. Aradan dört yıl geçti, yanıma geldi. ‘Nerelerdeydin sen?’ dedim. Dedi ki ‘Ben Şam’a gittim, liseyi bitirdim, üniversiteyi de bitirdim, Arapçayı öğrendim. Yüksek lisansımı İbranice üzerine yaptım ve bir kitap tercüme ettim. Onu da size hediye olarak getirmek istedim. Şimdi de İran’a gidiyorum, Farsçamı kuvvetlendireceğim, biraz da orada eğitimime devam edeceğim’ dedi. Bu hikâyedeki Vladimir’i düşünsün gençlerimiz.



*Bu röportaj Seferber dergisinin 15. sayısında yayımlanmıştır.

Yorumlar


Yazı: Blog2_Post

Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2021, hayatvesanat tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page