Barış Manço Gibi Birçok İsme İlham Veren Çınaraltının Meşhur Şairi; Hüseyin Avni Dede İle Röportaj
- Zennur Calik
- 23 Tem 2021
- 3 dakikada okunur
Röportaj: Rukiye Kurt, Latife Süleyman, Zennur Çalık

Çoğumuz onu Sahaflar Çarşısı’na girerken koca çınarın altında açtığı sergisiyle görürüz. Sattığı eski paralar, takılar ve kitaplardan çok onun tarzı çeker dikkatimizi. Önce yaşanmışlıkların aynası olan uzun kır saçlarına ve sakalına, sonra da okuduğu mısralara dikkat kesiliriz. Zaten onun ifadesiyle esas işi şairliktir. Biz de onun hikâyesinden başlayarak edebiyata ve hayata dair sohbet ettik. Buyrunuz efendim.
Hüseyin Bey, bir şiirinize “beni bana sormayın” diye başlıyorsunuz fakat sizi tanımak istiyoruz. Hüseyin Avni Dede’nin nasıl bir hikâyesi var?
İlkokulu Beyazıt’taki Deneme İlkokulu’nda okudum. O dönemlerde Süleymaniye Kütüphanesi’nden çıkmazdım. Mümkün oldukça koliyle naneli şeker, çikolata alır onları satıp evin bütçesine destekte bulunurdum. Bizim oturduğumuz katın merdiven altında Hacivat Karagöz oyunlarını oynattığımız bir mekânımız da vardı. Arada arkadaşlarla bu tür etkinlikler yapardık. Eğitimime Çapa ortaokulunda devam ettim sonra ismi Şehremini Ortaokulu oldu, ilerleyen dönemlerde lisesi de açıldı bende oraya devam ettim ama yarıda bırakmak durumunda kaldım. 1964 senesindeydik babam işini kaybedince benim çalışmam gerekti çünkü kardeşim küçüktü, abim de lise ve üniversiteye devam edince ben de burada sergi açmaya başladım. 10 yaşlarındaydım bu işe başladığımda. Sergi açmaya babamın kitaplarıyla başladım. Babam şairdi; Durmuş Dede diye bilinir, o zamanlar iyi bir tüccardı ama işleri bozulunca elinde ceketiyle kaldı, bende onun kitaplarıyla sergi açıp eve ekmek götürdüm.
Kitap, edebiyat ve hayat üçlemesiyle ilgili düşüncelerinizi ve bunların hayatınızdaki önemini öğrenebilir miyiz?
Annemle beraber Beyazıt’a geldiğimizde ‘Japon İkizleri’ diye bir kitapla karşılaştım, onun kapağı çok hoşuma gitmişti. Kitaplara olan sevgim, annemin bana o kitabı almasıyla başladı. Birde babamın kitapları var tabii. Üç kitabı vardı o zaman. Babamın çevresiyle de tanıştım ve onlar da beni etkiledi. Ayrıca çok fazla dergi okuyarak ve onları inceleyerek zamanımı değerlendiriyordum. İlk şiirlerim 69’da yayımlanmaya başladı. Sene 1973’de askere gitmeden önce ilk kitabım olan “Şairler Üzülmesin”i çıkartmış oldum. Yazılarımda “Denviade” ve “Gökay Can” gibi mahlaslar kullandım. Kitap satışlarımızı babamla birlikte yapmaya başladık, eve bu şekilde ekmek götürüyorduk.
İngilizce şiirleriniz de var. Onların hikâyesini öğrenebilir miyiz?
Şiirlerin İngilizcesi bana ait değil, kız kardeşim İngiltere’de bir sergi açarken Richard Mckane ile tanışmışlar, şiirlerimin çevirisi ona ait. Onun çevirilerinden sonra kitabı İngilizce Türkçe çıkartmış olduk. Bende bu süre zarfında İngiltere’ye gidip şiirlerimi tanıtma fırsatı buldum. Kız kardeşim de o sıralar orada resim sergisi açtı. Orada İngilizlere ve Türklere bir program yaptık ben şiirlerimin Türkçesini okudum Richard Mckane de İngilizcesini okudu. Orada Ozanlar Kahvesi var, orada da etkinliklere katılmış olduk onların da çok faydası oldu.
Hüseyin Avni Dede’nin gözünden İstanbul’u merak ediyoruz. Bize Denviade’nin İstanbul’unu anlatır mısınız?
İstanbul’da mekânlar hep değişiyor; kitapçılar restoran oluyor, Kapalıçarşı’daki antikacılar giyim üzerine açılan dükkânlara dönüşüyor...
Benim çocukluğumda Bozdoğan kemerinin yanında kalaycılar vardı mesela. Şu an her yer kendine göre bir değişim içinde. Tabii bu da bir yönüyle normal. Çünkü o dönemin yapısı farklı, şimdinin yapısı farklı. Eskiden burada (Beyazıt’ta) çay bahçesi, kahveler, ortada bir havuz vardı. Şimdi onlar kalkınca burası çıkmaz sokağa döndü. Ayriyeten çoğu esnaf arkadaşım vefat etti. Onların dükkânlarını başkaları alıp hediye dükkânı, mağaza vs. yaptı. Böylece tarihi yapı bozulmuş oldu. Örneğin çay bahçesinde bir ağaç vardı, herkes onu çınar diye bilirdi. Ne zamanki at kestaneleri olgunlaşıp kafedeki masaların üzerlerine düşerdi, ağacın türünü o zaman anlarlardı. O kafe, Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e; Neyzen Tevfik’ten Bedri Rahmi’ye kadar çoğu edebiyatçının toplanıp sohbet ettiği bir yerdi.
Ben ilk sergimi Beyazıt Camii’nin önünde açmıştım. O camii de bir buluşma noktasıydı. Şehzadebaşı Camii çok merkeziydi. Özellikle Ramazan aylarında Adile Naşit’in babası Naşit Özcan Bey önderliğinde Tuluat ile Karagöz-Hacivat oyunları oynanırdı. O Sahneye çıkar çıkmaz herkes neşelenip gülerdi. Ardından bu eğlenceler Gülhane’ye taşındı. Maalesef zamanla bu gibi etkinlikler kayboldu, her şey değişti.

Yüzlerce kitap okudunuz, yazar tanıdınız. Sizin için önemi ayrı olan yazarlar kimlerdir?
Hepsi ayrı kıymetli tabii ama Orhan Veli, Sait Faik ve Neyzen Tevfik benim için başkadır. Onlardaki duygu, ufku ve anlatım şekilleri beni çok etkilemiştir. Yaşama farklı bakmamı sağladılar.
Ekmek paranızı 1964 yılından beri bu Çınaraltında çıkartıyorsunuz. Burasının sizin için anlamı nedir?
Burası onlarca yıl insanlara ekmek kapısı oldu. Yalnızca bu da değil; rehabilitasyon merkezi gibiydi. Savcı duruşmadan çıkar buraya gelirdi. Doktor ameliyattan çıkar buraya gelirdi. Buradaki ortam; bizlerin enerjisi, bakış açısıyla hem bizi hem de onları meşguliyetle tedavi ederdi.
Ayrıca burası tanışma ve sohbet etme mekânıydı. Örneğin Barış Manço gençken çok iletişim kurardık, eski kameraları çok sever benden almaya gelirdi. Benim 8 parmağımda 10 yüzük vardı o zamanlar. Yüzüklerimden ve hareketlerimden etkilendi, hatta bunu sanatına ve şarkılarına da yansıttı.
Ve tabii ki yıllar geçtikçe burası da bozuldu. Gelen esnaflar arasında uygunsuz şeyler yaşandı, bu nedenle burada sergi yasaklandı. O eski dokudan eser kalmadı.
Son olarak; hayatta değer verdiğiniz, olmazsa olmaz olarak gördüğünüz değerler nelerdir, biz gençlere neler tavsiye edersiniz?

Sevgi, saygı ve iyilik.
Hiç kimse, bir başkasını sevmese bile kötülememeli. Bana birini sordukları zaman sevmediğim insan bile olsa “Allah bilir.” demeyi düstur edindim. Sevmeyebilirsin, bırak Allah bilsin ama bir başkasını yerme hakkına sahip değilsin.
Gençlere gelince… İnsan ilişkilerindeki evrensel değerleri korumaları ve bunlara duyarlı olmaları gerekir.
İnsan öyle bir varlık ki ona biçimsel olarak bakıp ‘bu böyledir’ diyemezsin. Onu tanımak için ruhunu anlamak lazım. Ruhunu anlamak için de onunla yaşamak lazım.




Yorumlar